Tuesday, May 25, 2010

bugün tekrardan Stilist günü!


Merhaba!

Bugün yine yeniden Stilist günü...
Stilist 1 ay arayla tekrar Trendyol'da...

TÜKENDİ! yazısını görmeden...
hemen tık tık...
Trendyol.com'a üye olmak için :

Sevgiler!

Thursday, May 20, 2010

the coolest yogurt in town...Yoort!


benim favorim haline geldi!
istinye park'a girince canimin cektigi bir tad haline geldi ki bunu yiyebilmek icin sinemaya girmeniz sart - Yoort alıp çıksak olmaz mı dediğimizde kabul görmüyor! :)
e istinye park'in sinemasi bu kadar zevksizken Yoort'un bu kadar guzel olmasi haksizlik!
bu Yoort, Kanyon'da olsaymis ne is yaparmis - siz dusunun!
gerci eminim yine yapiyordur ama sanki daha populer olurdu?!?
denemediyseniz şiddetle tavsiye ederim!

ha bir de söylemeden geçemeyceğim - Yoort'un 100 grami 110 Kalori!
hem doyurucu, hem lezzetli, hem de az kalori isteyen bayanlara duyurulur! ;)
ben orta boy kasede çilek & muz'lu alıyorum her zaman... tavsiye ederim!

Avrupa Yakası'nda İstinye Park'ın içerisinde ve Ortakoy House Cafe'nin tam karsisindaki köşede!
Anadlu Yakası'nda ise Caddebostan Bağdat Caddesinde ve Barlar sokağı köşesinde...

web siteleri için tık tık : http://www.yoort.com.tr/index.html

Julie/Julia Project


uzun zamandır aklımda... yazmak istiyordum fırsat bulamıyordum..

Festival'de gösterime giren ve hemen DVD'si çıkan Julie & Julia filmini izlediniz mi?
izlemediyseniz mutlaka izlemenizi öneririm...
hem kadrosu çok sağlam hem de konusu çok iştah açıcı!

son zamanlarda epey duydugumuz, artık çok popüler olup herkesin kendine en az 1 adet edindigi "Blog" konusunu da epey goruyoruz!

Ben bu blogumu açtığımda yıl 2006'ydı...

o zamanlar üniversitedeydik ve Final sınavımız bu olmuştu! çok komik değil mi??
Senem Hoca - nam-i diger gizli melek - bizim Blog'un ne oldugunu bilmedigimizi gorunce hemen herkesin bir Blog açmasını istedi...
Reklamcılık okuyorduk... bu yüzden de Reklam Blog'umuz olmasını istedi!

Final sınavımızda da kendi reklam manifestomuzu ve beğendiğimiz reklamları bu bloga post etmemizi istemişti... ettim etmesine de artık çok fazla rezil olmamak için mezun olunca sildim o postlarımdan birkaçını :)
bu yüzden blogumun adı Rakel'le Reklamlar olmuştu - öyle de kaldı! bu kısma dokunmak istemedim...

Filmi izlerken bende bunları düşünüyordum... Vay be! dedim... Bizim dünyadan haberimiz yokken, Blog nedir bile bilmiyorken 2002 yılında bir kadın oturmuş her gün açtığı bloga hem yazı yazmış hem de her gün yaptığı yemekleri, tariflerini, düşündüklerini, hayatını paylaşmış!

365 gün. 536 tane yemek tarifi!

e o başarılı olmasın da kim olsun?
Bir de bu gerçek bir yaşam öyküsü... bende film bitti ve şimdi gerçekten Julie Powell'ın blogunu merak ediyorken google sağolsun... buldum, okudum... kadın gerçekten bana enteresan ve çok başarılı geldi... sizinle de paylaşmak istedim!



o halde size, Julie/Julia stilinde veda ediyorum!


Bon Appetit! :)

Wednesday, May 19, 2010

senede 1 gün...

Just shut up.
Be quiet.
Unplug the fucking iPod, the computer, the cell phone, the TV.
Shut off the vinyl or the CD or the Walkman.
Unplug the refrigerator.
Don't talk.
Don't listen.
Disconnect.
Because part of this absence of silence, this wall of unending sound, of electricity is just distraction.
It takes you away from yourself and your true essence,
so that you're just like a gerbil on a Habitrail, going, going, going, not thinkin, not breathing, not stopping.
And that means you're a puppet, you're a pawn in the game and then nothing is ever enough.
Stop. Shut the fuck up. Disconnect. Unplug.
Can you do it?

Tuesday, May 04, 2010

bir tek SEN varsın, bir bilsen!


hayatta herşeyi doğru yapabilmeniz için
daha doğrusu iyi yaşayabilmeniz için ŞAMAN* olmanıza gerek yok!
Hindistan'a kaçıp, öğrenmenize hiç gerek yok!

bazı şeyleri insanlar bilir.. içgüdüsel olarak..
ama doğrusunu yapmaz / yapamaz...
ya yapmak istemez.. ya yapacak cesareti yoktur.. ya da gerçekten bilmiyordur nasıl yapacağını..

burada birileri bizi düşünüyor...
neyi nasıl yapmamız gerektiğini çok rahat ve anlaşılır tonlarda anlatıyor...
yazıyor...
ben okudum... sevdiklerime okuttum...
daha da çok insan okusun, kendini düzeltmeye, yanlış giden bir şeyi varsa toparlamaya çalışsın istiyorum...
hiçbir zaman geç değildir... zararın neresinden dönülse her zaman kardır (şapkalı a :))!

sizi Nil Karaibrahimgil'in bu Pazartesi Hürriyet Kelebek ekinde yazmış olduğu yazıyla baş başa bırakıyorum... iyice okuyun... kelimesi kelimesine...

Hayat kısa sen daha hâlâ...

Ona küs, buna gücen, şunu unutma, bunu silme. Merak etme hayat, koca bir silgiyle bütün bu vesveselerini ve seni siliverecek.

O zaman içinde yazılı, okudukça içini acıtan bütün o satırlar da, vakti zamanında hücrelerini morarttıklarıyla kalakalıcak.
Erteleyebildiğin herşeyi, erteleyebildiğin kadar ertele. Günleri gelmiycek. Diyeceksin ki, şu çocuklar bir büyüsün. Diyeceksin ki, şu dönem bir geçsin. Diyeceksin ki, du bakalım. Hayat bu dille konuşmaz halbuki, o hep der ki: hadi çocuklar büyümeden, bu dönem geçmeden, durup bakmadan.
Ağzında geveleyip durduğun bir sürü şeyi çıkarmadın. şişti, şişti, şişti yanakların. Bakınca görülüyor suratındaki o şişik ifade. Çıkarmadığın şeyler, sevgi sözcükleri, itiraflar, kırmamak için tuttuğun bütün o cam kırıkları hayat bittiğinde, çenenin rahatlamasıyla beraber dökülüvericek ama sessiz. Yani kimse duymayacak yine onları yazık. Çıkarsaydın görürdün, dünya laflarla sona ermez. Değişir en fazla.
Ona bakmıyorsun. Nefesine bakmıyorsun. Bakmıyorsun, suya çiçeğe çocuğa. Bir hayaline bile bakmıyorsun. Onları ‘renkli şeyler’ diye ayırmışsın. Hep siyahları yıkıyorsun, hep beyazları. Siyah beyaz oldun. Hayatın bittiğini anladığında, ki hep geç kalınır oraya, elin aceleyle gidicek renklilere. Ama tutucak gücün olmıycak artık. Burnun duruyorken kokla, ağzın duruyorken öp, elin duruyorken alkış!
Yok bilmem kimler ne der, başkaları ne buyurur! Halbuki hayat, insanları tek tek düşürdüğü gibi rahime, tek tek alır geriye. Başkaları başkadır adı üstünde. Onlar ne içini bilirler, ne düşünü. Onlar yok ki, düşünmezsen. Bir tek sen varsın, bir bilsen. Komşu, bir penceredir. Başkaları, onbeş dakika dedikodudur en fazla. Hayat bir pencereden görülmeyecek kadar büyük, ve kısa da olsa onbeş dakikadan uzundur canım.

Kendinde kusur arıyorsun. Başkalarında kusur arıyorsun. Herkeste kusur var zaten. Önemli olan kusursuzu, eşsizi, biricik olanı aramak. Hayat bitmeden önce, onları ödüllendiriyor bir şekilde. Diyor ki: sen hep doğru şeyi aradın. Bulmaktan bile mühimdir bu.
Hep, diyorsun hep aynı. Güneş bir aşağa bir yukarı, mevsimler yanyana dört tane, saat yuvarlak yirmidört kere döner. Evet onlar arkanda hep aynı şeyleri yapar. Ama sandığın kadar uzun sure yapmayacaklar bu dansı.
Bunu yapıyorlar ki, sen üzerine doğaçla. Kendi dansını bul, melodini tuttur, sözünü söyle. Sırf sen onları yap diye, dönüp duruyor zavallıcıklar. Sana bunu bir türlü anlatamadılar.

Bu okuduklarını unutup, sonsuz bir bekleyiş uydurup kendini soldurma. Hayat son nefesini alıp, seni soldurana kadar çal. Hayattan çal, çalabildiğin kadar. Yaptığın tek hırsızlık bu olsun. Oyunun sonunda, ‘don!’ dediklerinde, ellerini kaldır bedenin çıplak olsun, hiçbirşeyi sürüklememiş, biriktirmemiş ol. Yüzünde bir gülümseme olsun, ‘seni alt ettim bak! gülümsememi sonuna kadar tuttum’ gibilerden.


*Şaman, tanrılar ve ruhlarla insanlar arasında aracılık yapma gücüne sahip olan kişidir. Şamanlık bilgisi öğrenmekle elde edilemez.